Blog

ÖZETLE LÂİKLİK

in Celil LAYİKTEZ Yazıları

Tanrı ile ilgili konularda mutlakiyet hâkimdir; davranışlar, olaylar ya doğru­dur, ya da yanlıştır, hiçbir oylama da bu olguyu değiştiremez. Oysa, yer yüzün­de yaşamımızı demokratik yoldan sürdürmek istiyorsak, rakibimizin düşünce­lerinin en az bizimkiler kadar geçerli olabileceklerini kabul etmeliyiz; o zaman mutlakiyet kaybolur, izafiyet ve tereddüt hakim olur. Bunlar çok ayrı iki dünya­dır.

Lâiklik, mevhumunun henüz gelişmediği Hristiyan Roma İmparatorluğu­nun daha ilk günlerinde bu durum din adamlarına basit bir cümle ile anlatılmıştı: “Sezar’m hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya veriniz”. Günümüzde de Katolik Kilisesi bu durumu doğru değerlendirerek rahiplerin sivil yönetime or­tak olmak anlamına gelebilecek her türlü resmi görevi kabul etmelerini yasakla­mıştır. Bu kural nedeniyle ABD temsilciler meclisine seçilen Cizvit Peder Robert Drinan temsilcilik görevinden istifa etmek, Nikaragua’da da Sandinist hükümet­te görev alan 4 papaz 1985 yılında

kilise fonksiyonlarından vaz geçmek zorunda kalmışlardı.

Fransa’da Müslüman kızların türbanlı olarak okullarına gitmek istemeleri olay yaratmıştı. “Humanisme” dergisinin 193 sayılı Ekim 1990 tarihli sayısında Patrick Kessel şöyle yazıyor: “…. Türban konusunda, yoğun kişisel özgürlük ara­yışları kilise tarafından sömürülerek Cumhuriyet okulları tekrar fethedilmek is­tenmiştir. Bu tehlikeli semantik oyunla, sözde farklılığa hak savunulurken, hakların farklılığını esas kabul eden bir rejim empoze edilmeye çalışılmıştır. Oysa, köken, din ve siyasal düşünce farklılıkları cumhuriyet rejiminin içinde mas edilirken, getolaşma ve ırkçılığa karşı tek kale, insan haklarının bekçisi, lâikliktir. Lâiklik okul sıralarını aşar ve özgürlük ile sorumluluk duygularıyla silahlanmış kişiyi, özgür vatandaşı, sosyal yaşantının merkezine çeker. Lâik bir ülkede tüm erkekler ve tüm kadınlar, dolayısıyla da tüm insanlar eşittir ve kendi haklarında, kendileri, özgürce karar verirler. Kişi günlük yaşamında yaşam tarzını, felsefesi­ni, inancını, cinselliğini ve ölümünü seçebilir. Vicdan özgürlüğü mutlaktır….” Yalnız lâiklik, araştırma ve mantık özgürlüğünü getirerek bilimselliğin gelişme­sini sağlar, san’atı tabu ve dogmalara karşı korur.”

Yalnız hükümetle dinsel iktidarın ayırımı değil, yasama ve icra güçlerinin de ayırımı lâiklik sayesinde sağlanır. İstihbarat özgürlüğü lâikliğe bağlıdır. Lâiklik yalnızca dinsel gücün sivil hayata karışmasına karşı değildir. Erkeklere ve kadın­lara dogmalarının yasalarını empoze etmek isteyen her türlü ideoloji, politik, media hatta sözde bilimsel güçlere karşı da savunu lâiklikten başlar.

Lâiklik dine karşı değildir, her bireyin seçtiği inanca saygı gösterirken, din adamlarının kişisel özgürlüklere sahip çıkmalarını engeller. Lâiklik, ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve ksenofobi: (yabancı düşmanlığı) ile mücadele ederek değişik kö­kenli genç nesillerin entegrasyonunu sağlar. Paris’te Antoine de St Exupery’nin bir mabedin duvarlarına alim harflerle yazılmış deyişini anımsıyorum: “Benden farklısın kardeşim, ancak bu farklılık bana zarar vereceğine beni zenginleştiriyor”

Salman Ruşdi’nin katli için Humeyni fetva verdiğinde, G.O. Bü. Üs. Pozzo di Borgo, 28 Şubat 1989 da Fransız Müslümanlarına yazdığı açık mektupta şöyle di­yordu:

“Şimdiye kadar fikir özgürlüğü için büyük savaş veren Fransız masonları, bu öz­gürlüğün insan yapısı ve İlâhi yasalarla sınırlanmasına karşı çıkarlar. Fikir özgürlüğü ya vardır ve sınırsızdır, ya da yoktur. Martin Scorsese’nin Hz. Isa ‘nn yaşamı ile ilgili fil­minin yasaklanması olayında Katolik Kilisesi’ne karşı aldığımız tavrı, Salman Ruşdi olayında da aynen alıyoruz. Etik kaideleri Tanrıya inancı şiar edinmiş bir felsefeye daya­nan özellikle Müslüman, Hristiyan ve Yahudi toplamlarının fertleri seçme aşamasına gelmişlerdir: Sağduyunun tek alternatifi irticaya karşı özgürlüğü; kökten dinciliğe karşı toleransı; cinayete çağrı çıkaran dogmaya karşı da kardeşlik içinde toplu dayanışmayı seçmektedir.”

Cumhuriyet, birbirlerinden farklı, hattâ çelişkili, kendilerine özgü yasalarıy­la yaşayan, özel toplumlarm toplaması değildir. Cumhuriyet, kültürel, politik veya dinsel

kişilikleri ne olursa olsun, özgür ve eşit vatandaşların toplumudur. Vicdan özgürlüğü ile eşitliğin temeli olan lâiklik, özgür bir biçimde ve sorumlu­luklarını yüklenerek, erkek ve kadın her kişinin gelişebileceği kurumlan ilham eder. Kamu kuruluşlarının laikliği, böylece, farklılıklara saygı içinde, özgür­lüğe götürür; oysa farklılık hakkının kurumlaşması, hakların farklılaşmasına götürür.

Lâiklik yalnızca eğitimi değil, toplumsal yaşamın tüm ayrın tılarını kap­sar. Azınlıkların çoğunluğa eşit olarak Cumhuriyetin nimetlerinden fayda­lanabilmeleri lâikliğe bağlıdır. Eşitlik erkeklerle kadınların eşitliğinden baş­lar.

Beşeri gelişmenin şartları özgür analiz, eleştirisel mantık ve kişinin kendi hakkında karar verme yetkisidir.

Milletin tümü eğitim ve öğrenim haklarına sahiptir.

Her insan sosyal, kültürel veya dinsel her türlü dogmatizmden arındırılmış eğitim hakkına sahiptir.

Kültürel farklılıkların tanınması herhangi bir kültürel totalitarizmin reddi demektir.

Hiçbir sosyal, kültürel, ırksal, dinsel, felsefi öğe icraatla, yönetimle ilgili bil­gilerin gizli tutulmalarına neden olamaz.

Büyük Atatürk idarede, hukukta, kültürde, san’atta ve günlük hayatta Türk Milletini Ortaçağ karanlığı içinde tutan ve ona ilkel bir toplum görünümünü ve­ren kurumlan, hükümleri ve alışkanlıkları kaldırarak yerlerine çağdaş medeni­yetin akla ve ilme dayalı değerlerine getirmek istiyordu. Bu temel görüşlere da­yanarak Mustafa Kemâl, her adımında sürekli lâikliği hedef alan devrimleri ger­çekleştirdi. Hilâfetin kaldırılması, eğitimin tek elden yönetimi, şeriye mahkeme­lerinin kaldırılması (1924); tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925); kıyafet kanunu; Türk medeni kanunu (17 Şubat 1926) hutbenin Türkçe okunmaya başlanması; Arap harfleri yerine latin harflerinin kabulü; millet mek­teplerinin açılması; Anayasadan “Türkiye Devletinin dini Islamdır” ibaresinin kal­dırılması (1928); Kur’an ve ezanın Türkçeleştirilmesi (1932); lakap ve Unvanların kaldırılması ve dinsel görev belirtilen kisvelerin görev dışında giyilmem esi; haf­ta tatilinin cumadan pazara alınması (1935). Nihayet 1937 yılında, Atatürk’ün hep varmak istediği hedefe ulaşıldı ve 3115 sayılı yasayla lâiklik anayasadaki ye­rini aldı.

Galile yalnızca hesaplarına dayanarak evrenin sonsuzluğunu ve dünyanın onun merkezi olmadığını kanıtlamıştı. Galile devriminden sonra, kapalı dünya­dan sonsuz evrene geçilince, tüm değerler değişime uğradı. Gelişen doğal bilim­ler Aristo modeli ile artık bağdaşamazdı, matematik de artık gerçeğin doğrulu­ğunu kanıtlamaya hizmet ediyordu. Kutsal kitaplar bilim adamlarının tek refe­ransları olmaktan çıkmışlardı, akıl ve mantık egemen olmuştu. Doğa ile Tanrı lüt­fü nun, dogma ve aklın arasında ilk defa sınır çizilmişti.

İnsan hakları tanınmadan laiklik mümkün değildir ve lâikliğin düşmanı, her türlü kilisenin ortodoks davranışı, yani klerikalizmdir. Kişisel özgür düşünce hassaları ile

eleştiri olanaklarını terk ederek, kapalı bir düşüncenin uşakları du­rumuna düşen marksist veya faşist kiliselerinin politik rahipleri de bu tanımın kapsamındadırlar.

Türk İslam sentezi gibi düşüncelerde “yeni lâiklik” kavramından söz etmek moda oldu. Önüne bir sıfat gelince zaten zedelenen lâiklik kavramını, bu kez yeni lâiklik olarak nasıl tarif edebiliriz ki? Modern toplumlar Müslüman, Hristiyan, Musevi, kadın, erkek, tasniflerinin dışında, ayrıca, san’atçılar, entellektüeller, solcular, sağcılar, işçiler, memurlar, muhtelif marjinal gruplar şeklinde de bölü- nebilmektedir; bunların her biri de kendine göre bir özgürlük ve lâiklik anlayışı­na sahip olabilir. Bir ortak paydanın geliştirilebilmesi için bu grupların herbiri- nin bir miktar özveride bulunması gerekecektir. Lâikliği hizip arası bir toplu söz­leşmeye benzetebiliriz. Modern demokrasinin ana hatları bu sözleşmeden çıkar: karşılıklı tolerans, kısıtlayıcı yasaların önünde eşitlik, hak ve hukuk, fikir ve söz hürriyeti, kabiliyete göre özgür eğitim ve mesleğinde yükselme olanağı. Bu olgu­ların savunulması için de, tüm ülkede yasa birliği, ekonomik, mesleki, kültürel ve dinsel güçlerin birbirlerine karşı özgür olmaları ve hepsinin üzerinde özgür mer­kezi iktidarın bulunması gerekir. O zaman adaletin görevi çıkar gruplarının bas­kısına karşı koymakta kalır ve bu toplu sözleşme düzeninde, baskı altında olma­yan doktorlar rahatlıkla Hipokrat yeminlerine sadık kalırlar, dinsel kuruluşlar muhtarlıklarını korurlar, veliler çocuklarının eğitim şekli üzerinde söz sahibi olurlar. Oysa, özgürlükleri bol, bu bir hayli gevşek toplu sözleşme modeli dahi dinci gruplara fazla gelmekledir. Onlar entelektüel ve toplu yaşamın her dilimin­de dine dönüşü arzularlar, bunun için de en geçerli yolun eğitimden geçtiğini ga­yet iyi bilirler. Örneğin, eğitim konusunda, hükümetimizin bir bakanı açıkça Müslüman Türk genci yetiştirmekten ve Türk kelimesine eklediği “Müslüman” sıfatından bir TRT programında iftiharla bahsedebilmiştir. Aynı bakanın flört ve evlilik hakkında söylediklerini de basından izleyebildik. Marmara Üniversite­sinde İlâhiyat Kürsüsü hocalarından, Doç. Bekir Topaloğlu, Islamda kadın baş­lıklı bir kitabı 1989’da yayınlamıştır. Yazar kitabında ortaçağ düşüncelerini savu­narak tokalaşmada el zinasından, kadın sesi dinlemede kulak zinasından bahset­mektedir. Bu kitap bir buçuk yıl içinde 19 baskı yapmıştır. İlâhiyat Fakültesinden Doç. Kemal Sandıkçı, Samsunda düzenlenen bir panelde, “Kadın dövülebilir, ama kesinlikle yüzüne vıırulmamalıdır. Dayak, mutlaka çare ise, atılır, ancak yaralayıcı ol­mamalıdır” diye konuşabilmiştir. Bu ortamda, gemi azıya alan ve lâik düşünceyi terörle susturmaya çalışan İslami terör örgütleri militanları, lâikliği savunan ga­zeteci, yazar, öğretim üyesi ve milletvekillerini hedef almaktadır.

Temel gaye Türk kültürünü değil, İslam dininin değişmeyen esasları ile İs­lam kültürünün yerleştirilmesidir. Bu gibi nedenlerle, yani İslam’a uygun düş­mediği için, Şeyhülislam fetvasıyla 1580 de rasathane yıkılıyor, İbni Sina’dan beri süregelen anatomi dersleri, 2 ci Mahmut döneminde tıp öğrencilerine yasaklanı­yor, 1831 veba salgını esnasında gâvur icadı ilaçlar yurda sokulmuyor, ve en mü­himi, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında Museviler 1494 de, Ermeniler 1567 de ve Rumlar da 1627 de matbaa kullanmaya başlıyorlar, oysa, Kuran-ı Kerim’in elle yazılması gereğine inanan Müslüman Türk toplumuna matbaa, icad edildi­ğinden 289, ülkeye girdiğinden de 233 yıl sonra kullanılmaya başlanıyor.

Ve, 1890’larda Şair Eşref böyle diyor:

Nasıl zıt olmasın dünyada batı ile doğu

Güneşten hepsi güya ki aydınlanmıştır

Ziraat, mârifet, san’at, saadet şimdi onlarda

Cehalet, meskenet, zillet, rezalet bizde kalmıştır.

Din insanın diğer insanlarla, evrenle ve Tanrıyla olan ilişkilerini düzenler. Bunların ilki bir ahlâk anlayışını, İkincisi doğayı yorumlama tarzını, üçüncüsü de Yaradana mutlak inancı getirir. Aklın dışında kör inançlara alet olabilen din bazı din adamlarının diğer insanlar üzerinde baskı kurmasını sağlarsa, toplum dog­malara esir düşer. Laik kişi için teoloji mitle karışık bir ideolojidir ve günlük ya­şantıyı etkilemez. Oysa, dinci için Tanrı yaşamın her safhasında mevcuttur, dün­yanın yaradılışı bir mucizedir ve her an yeni mucizeler beklenebilir. Bilimsel­likle mucizelere inanış bağdaşmayan ayrı felsefelerdir. Bu alternatiflerden bi­rini seçmek kadın-erkek ilişkilerini de düzenleyecektir.

Çıkış noktalarında dinler erkeklerin hegemonyası fikrine dayanırlar, baş ak­törler de hep erkek olmuştur. Tanrıyla diyalogu yasaklanan kadına (kadın imam, papaz, ya da haham olamaz) yalnızca pasif inancın ikinci derecedeki görevleri düşer. Birinci role çıkma olasılığı kalmayan kadın da çok kere irticayı kamçılayan batıla kendini kaptırır.

Kadın cinselliğinin günah kaynağı olmasından dolayı bu cinselliğinin içine hapsedilirken, cinselliği de hiç yokmuş gibi davranmaya zorlanmıştır. İslamda kadın, cinsellikle günahın kıskacında, şeriata egemendir, ancak politika ve hu­kuk dünyalarında hiçbir zaman ergenliğe erişememiştir ve daima baba-koca- oğul üçlüsü şeklinde erkeğe tabi yaşamıştır. Çağdaşlığıyla övündüğümüz mede­ni hukumuzda dahi kocasının yazılı izni olmadan kadın çalışamaz.

Lâikliğin tepesinde dolaşan tehlike bulutları ilk önce kadınları tehdit eder, Kadın haklarının gerçek sorunu parlamento yasaları değiştirecek ya da uygula­yacak erkeklerin düşünce tarzlarının uygarlaşabilmesidir. Bunun yapılabilmesi için, herşeyden önce cumhuriyetle yönetilen devletimizde Tanrı hakkının devlet hakkından kesin olarak ayrılması gereğidir. Yeni inşa edilen Avrupa’da ancak lâik bir Türkiyenin yerini alabileceğini unutmayalım. Ülkemiz laiklik ilkesinin anayasasına madde olarak işlendiği ender ülkelerden biridir. Türkiye ne sosya­list cumhuriyet ne de İslam cumhuriyetidir, Türkiye lâik cumhuriyettir. Önemle tekrar ediyorum, Türkiye lâik bir cumhuriyettir, Türkiye Cumhuriyetindeki Cumhuriyet tabirine lâik’den başka bir sıfatın kullanılmasına hiçbir zaman ve hiç bir yerde izin vermemeliyiz.

20 Aralık 1948 tarihinde Türkiye de İnsan Hakları beyannamesinin altına im­zasını atmış ve böylece aşağıdaki maddeleri de zımnen kabul etmiştir.

Madde 1: Tüm insanlar özgür ve eşit doğarlar.

Madde2:,,,, Irk, cilt rengi, cinsellik, din, düşünce nedeniyle ayırım yapılma­yacaktır.

Madde 7: Hukuk önünde herkes eşittir.

Madde 12: Hiçkimsenin özel hayatına müdahale edilmeyecektir…,,

Madde 26: 2) Eğitim kişiliğin gelişmesine ve temel insan haklarına saygıyı güçlendirmelidir. Eğitim, ülkeler ve tüm ırk ve din grupları arasında anlayışı, to­leransı ve dostluğu güçlendirmeyi hedef almalıdır.

3) Ebeveynler öncelikle çocuklarının tabi olacağı eğitim şeklini seçmekte özgürdürler.

Madde 27: Her birey toplumun kültür hayatına özgürce katılma hakkına sa­hiptir.

Celil Layiktez
Kaynak: Tesviye Dergisi Sayı 25

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *